28 Temmuz 2007 Cumartesi

atatürk'ün ekonomi politikası

Atatürk'ün Ekonomi Politikası1922-1930 Dönemi Türkiye’de 1922-1930 yılları arasında liberal ekonomi modelini uygulama düşüncesi mevcuttur. Bir yerde bu, ferdin cemiyete kazandırılması için gereklidir de. Ancak, savaştan yeni çıkmış, memleketin her tarafı harap olmuş, sermayesi kalmamış, alt yapısı vb. tamamlanmamış ve 1929’a kadar gümrüklerine tam olarak sahip olamamış olan Türkiye’de liberal politikayı uygulamak oldukça zordur. Nitekim Atatürk 1 Mart 1922’de durumun muhasebesini yaparken “...Tanzimatın açtığı serbest ticaret devri Avrupa rekabetine karşı kendisini müdafaa edemeyen iktisadiyatımıza bir de iktisadi kapitülasyon zincirleri bağladı. Teşkilat ve ferdi kıymet nazarından iktisat sahasında bizden çok kuvvetli olanlar memleketimizde bir de fazla olarak imtiyazlı mevkilerde bulunuyorlardı. Temettu vergisi vermiyorlardı. Gümrüklerimizi ellerinde tutuyorlardı...” dedikten sonra bu şartlar altında hangi politikanın uygulanması gerektiğini belirtirken de “İktisadi politikamızın önemli gayelerinden biri de kamu çıkarlarını doğrudan doğruya ilgilendirecek iktisadi kurum ve girişimleri, mali ve teknik gücümüzün elvermesi oranında devletleştirmektir. Özellikle... maden hazinelerinin az zamanda işleterek milletimizin yararına açık tutabilmek de bu yöntemle mümkündür. Şimdiki halde yararlanılamıyan gelir kaynaklarından yararlanmış olmak... için kimi maddeleri tekelleştirmek gerekli şeylerdendir.” diyerek o tarihten itibaren milletin refahı, memleketin kalkındırılabilmesi için devletçi politika uygulanacağını herhangi bir tereddüde yer bırakmayacak şekilde ortaya koymuştur. Buna rağmen Lozan Barışı öncesinde kendisin ekonomik meseleler sorulunca “Bugün için ticaretimiz hakkında ne düşünüyorsunuz diye sorarsınız, tek bir cevap vereceğim; bugün için düşündüğüm tek şey, kapitülasyonlardır. Maddeten fiilen kanla kaldırılmış olan kapitülasyonların bir daha dirilmemek üzere yokluğa gömülmesini temin etmektir. Ticaretimiz ile sanayimizin ve her nevi ekonomimizin gelişmesi ve yükselmesi ancak bununla kaimdir. (ayakta durur).”İzmir İktisat Kongresi 1923 İzmir İktisat Kongresi’nde Atatürk ne devletçi ne de özel sermayeye dayalı herhangi bir hazır reçete önermiyordu. Çözüme varmak için bir arayış içine girilmiş, dışarıdaki çeşitli deneyimler incelenip içerideki tartışma ve geliştirmeleri değerlendirerek sonuca gidilmek istenmişti. İzmir İktisat Kongresinde İktisat Vekili Mahmut Esat Bey; “... Yeni Türkiye iktisadiyatı mevcut iktisat sistemi ve siyasetlerinin hiçbirinin aynı olmaz. Memleketimizin iktisadi imara ve ihtiyacına, iktisat tarihimizin ruhiyatına muvafık başlı başına bir iktisat siyaseti takip eylemek mecburiyetindedir.Biz iktisat meslekleri tarihinde muvcut mekteplerden hiç birine mensup değiliz... Bizim de yeni Türkiye’nin yeni iktisat manaasına göre yeni bir iktisat mektebimiz vardır. Buna ben (Yeni Türkiye’nin İktisat Mektebi) diyorum. Yukarıda zikrettiğim mekteplerin hiç birine mensup olmamakla beraber, memleketimizin ihtiyacına göre bunlardan istifade etmeyi de ihmal etmeyeceğiz. ...İktisadi teşebbüs kısmen devlet ve kısmen teşebbüsi şahsı tarafından deruhte edilmelidir. Mesela büyük kredi müessesatı, sanayi teşebbüsatını, ilah devlet idare edecektir, çünkü memleketimizin iktisadi vaziyeti bunu istilzam ediyor” diyerek, takip edilecek metodu belirtmişti. Mahmut Esat Bey konuşmasında iktisadiyatımız için şunları tavsiye ediyordu: 1. Meslek Teşkilatı, 2. Kredi Müessesatı, 3. Makine Devri, 4. İktisat cidaline toplu çıkmak, 5. Kendi kendimize yetmek, 6. İthalat, ihracat arasında denge sağlamak. Önerilenlere baktığımız zaman Milli iktisat politikamızın karma bir sistem olduğu izlenimi belirmektedir. İşbirliği ve kaynakların tam kullanımı belirtilenlere göre esastır. Mahmut Esat Bey, esas gayenin kendi kendimize yeterli olabilmek olduğunu belirttikten sonra kalkınma yolunda yeterli elmanın bulunmadığını, teknolojik gelişmenin sağlanması için dış yardımın alınabileceğini ve bu alanda Chester grubuna mensup Mister Kennedy ile mühim bir mukavelenamenin tanzim edildiğini belirtir. Böylece genel menfaatlerin bir gereği olarak Türk yasalarına uymak ve Türk girişimcileri ile eşit şartlarda rekabet etmek şartıyla gelebilecek yabancı sermayeye kapılar açılmıştı. Bu çerçeve içinde Atatürk yabancı sermayeye karşı değildi. Nitekim; “Efendiler, iktisadiyat sahasında düşünürken ve konuşurken zannolunmasın ki, biz ecnebi sermayeye karşı bulunuyoruz. Hayır, bizim memleketimiz çok vasidir. ‚ok say ve sermaye ihtiyacımız vardır. Binaenaleyh kanunlarımıza riayetkar olmak şartıyla ecnebi sermayelerine lazım gelen teminatı vermeye her zaman hazırız. Ve şayanı arzudur ki , ecnebi sermayesi bizim sayimize ve serveti sabitemize ınzımanı etsin. Bizim için ve onlar için faydalı neticeler versin, fakat eskisi gibi değil.” Memleketimizi az bir zamanda mamur etmek için milletimizin gayri kafi sermayesi karşısında haricin sermayesi vesaitinden ihtisasından istifade etmek hakiki menfaatimizin iktizasındandır. Hükümetimiz izaha lazım olmayan esasatın siyasetkârı kalacak olan her devlete ve millete karşı bu hususta emniyet ve samimiyetle ahz-ı mevki edecektir.” demişti. İzmir İktisat Kongresi başkanı ve sanayi murahhası Kâzım Karabekir Paşa da, iktisat derken, üç önemli noktaya değinmektedir: 1- “İnsanlarımızı, hayvanlarımızı, istihsalatımızı hüsnü muhafaza etmeliyiz. 2- İstihsalatımızı çoğaltmak, şimendiferlerimizi, vapurlarımızı, bilhassa yollarımızı yaparak, taşraya sevketmek, harice satıp memlekete para sokmaktır. 3- Sarfiyat ve istihkakı azaltmak...” Karabekir Paşa’nın da ifadeleri açıkça gösteriyor ki, halkın önde gelen ihtiyaçları arasında bulunan ulaşım, fabrika yapımı gibi genel menfaati ilgilendiren hususlarda devlet önder ve denetleyici oymalıdır. Ancak özel girişimciye de gerekli fırsat tanınmalı, devlet caydırıcı rol oynamamalıdır. İzmir İktisat Kongresinde önemle üzerinde durulan konulandan biri de “toprak reformu” meselesidir. Atatürk bu alandaki görüşlerini açıklarken “Memlekette topraksız çiftçi bırakılmamalıdır. Bundan daha önemli olan ise, bir çiftçi ailesini geçindirebilen toprağın hiç bir sebep ve suretle bölünmez bir mahiyet alması büyük çiftçi ve çiftlik sahiplerinin işletebilcekleri arazi genişliği,arazinin bulunduğu memleket bölgelerinin nüfus keseflerine ve toprak verim derecesine göre sınıflandarmak lazımdır...” “Küçük, büyük bütün çiftçilerin iş vasıtalarını artırmak, yenileştirmek ve korumak tedbirleri vakit geçirilmeden alınmalıdır. Herhalde en küçük bir çiftçi hayvan sahibi kılınmalıdır...” diyerek Cumhuriyetin ilk yıllarında nasıl bir sosyo-ekonomik politikanın izleneceğini ortaya koymuştur. ULAŞIM MESELESİ (1924- 1937) Milli mücadelenin kazanılmasından sonra sıra ekonomik zaferin kazanılmasına gelmişti. Devletin kalkınabilmesi, milletin refaha erişebilmesi, bağımsızlığın devamı, ekonomik zaferin kazanılmasına bağlıydı. Atatürk; “Bundan sonra da pek mühim zaferlere kavuşacağız. Fakat bu zaferler süngü zaferleri değil iktisat ve ilim zaferleri ile olacaktır...” diyordu. Ve bunun temini için ulaşım meselesinin halledilmesi gerektiğini belirtiyordu. Atatürk; “Milletimiz fakir düşmüştür. Memleketimiz harap olmuştur. Bu fakirliğin ve harabenin esbab-ı muhtelifesi vardır. Bunların en mühimi iktisadi mesailde geriliğimizdir ve bu geriliği tevlid eden yegane sebep de yolsuzluktur.. “..Türkiye’nin iktisat hayatının yüksek inkişafları ancak demiryollarıyla olacaktır. Milletin saadeti istiklali bu yollardan geçecektir. “Burada mühim olan nokta, Türk milletinin bu hakikati bütün müşkillerine rağmen takdir etmesi ve ona sahip olması keyfiyetidir...” İzmir İktisat Kongresinde; “Memleketimizi demiryollarıyla ve üzerinde otomobiller çalışır şoselerle bir ağ haline getirmek zorundayız. Çünkü Batının ve dünyanın taşıt araçları bunlar oldukça, bunlara karşı merkepler ve kağnılarla ve tabi yol geçitleri üzerinde yarışmaya kalkışmanın imkânı yoktur.” demişti. Bu iş için yola çıkacak olan Chester projesinin başarısız kalmasından sonra Atatürk, daha fazla beklemeden, mali zorluklara rağmen demiryolu döşen-me-sine başlanmasını istemiş ve başlatmıştı. Demiryolu 1924-1931 dönemi iktisat politikasının başlıca özelliği olmuştur. Türkiye’de 1924’de imparatorluktan kalma 4086 km. uzunluğunda demiryolu vardı. Yolun 2352 km.si yabancı, 1734 km.si devlet tarafından işletiliyordu. 1924-1931 tarihinde 1630 km.lik yeni demiryolu yapılmış ve şebekenin uzunluğu 1931’de 5716 km.ye çıkmıştır. Ayrıca 1928’de Anadolu Bağdat hattı sahibi olan şirketten satın alınmıştır. 1937’de bütünü ile devlet malı olan 6737 km.lik bir demiryolu ağı oluşturulmuştur. Parlemento Karayolları ve köprülerin de yapımı için özel yasalar çıkarmıştı. Öncelikle Ankara ve çevresindeki yollar olmak üzere tüm yurtta karayolu ağı örülecekti. 1923’te 14 bin km. taş ve 14.450 km. toprak yola karşılık, 1941’de bu rakamlar 18.378 taş ve 23.112 km. toprak yola ulaşmıştır. Böylece çiftçinin pazara ulaşması kolaylaşmış, uzak köşelere bile hizmet götürebilmiştir. Hükümet denizciliğin geliştirilmesi için de önemli adımlar atmıştı. 19 Nisan 1926 tarihli yasayla deniz taşımacılığı (kabotaj) Türk gemilerine ayrılınca, ticaret filosunun güçlendirilmesi mecburiyet haline geldi. Gerek devlete ait gemi işletmeleri ve gerekse özel armatörlerin filoları için dışardan gemi satın alınarak güçlendirildi. 1923’te 34.902 olan tonaj 1931’de 101.924 tonilatoya yükseldi. Buna paralel olarak gemicilik sanayinin kurulmasına ve tersanelerin modernleştirilmesine çalışıldı. 1937’de denizcilik hizmeti yeni baştan düzenlenerek Denizbank’a bağlandı. Ulaşım politikasının az çok halledilmesiyle pazarlar arası bağlantı kurulabildi. Böylece vatandaşların topluma katılabilmesi ve ekonominin geliştirilmesinde önemli bir adım atılmıştı. Tarımın Teşvik Edilmesi Milli mücadeleden sonra tarım konusu üzerinde önemle durulmuştur. 1927 nüfus sayımına göre çalışan nüfusun y 78.2’sinin çiftçilikle uğraşması ve G.S.M.H.’ların %44’ünün sağlanması sebebiyle tarım önemli üretim kolunu oluşturuyordu. Bu sebeple İzmir İktisat Kongresinde çiftçi grubunun ekonomik problemlerine büyük önem verilmiş ve bu konuda bazı esaslar tesbit edilmişti. Çiftçinin eğitilmesine büyük önem verilmiştir. 1924 silah altına alma yasası ile ordunun askere alınan köylülere, askerlik hizmetleri sırasında tarım makinaları ve yeni yöntemleri öğretmeleri öngörülüyordu. 3 Mart 1924’te tarım yöntem ve makinaları konusunda daha iyi bir eğitim sağlamak için Tarım Bakanlığı yeniden düzenlendi. Ziraat Bankası tarımın gelişmesinde önemli rol oynadı. Sayıları önemli ölçüde arttırıldı. 1 Kasım 1926 da Atatürk, herşeye rağmen memleketimizin tarım alanındaki gelişmesini sağlayacak bilimsel ve teknik yetkiye sahip uzmanlarımız azdır dedikten sonra, “tarım kuruluşlarımızı, ziraat okullarımızı zirai çalışmalarımızı, teknik esaslara uygun olarak düzenleyecek tedbirleri, gerçek uzmanların yardımıyla almakla, kararsızlığa yer olmadığı kanaatindeyim.” demişti. Bunun üzerine Tarım Bakanlığı köylüleri araç gereç kullanımı ve yeni tarım yöntemleri konusunda eğitmek için uzmanlar ve vilayet tarım istasyonlarından yararlanarak 1927 yasasıyla hazırlanan programı genişletti. Bakanlık ayrıca fındık, limon, çay, sebze, patates, v.s. gibi ürünlerin yetiştirilmesi için Ankara Yüksek Ziraat Enstitüsü kurulmuştu. Çiftçinin durumunun düzeltilmesi için devlet gelirlerinde düşme görüleceğinin bilinmesine rağmen 17 Şubat 1925’te “ Aşar kaldırılmış, yerine binde 6’lık bir vergi konmuş. Ancak 1929 iktisadi buhranın başlaması ile 1931’de İktisadi Buhran Vergisi, 1932’de de Muvazene Vergisi konulmuştur. Bu arada hayvancılık teşvik edilmişti. Anadolunun kalkın-masında önemli rolü olan hayvancılık için Ankara ve diğer illerde 1927 yasası ile veterinerlik okulları açıldı. Tarım alanında yapılan her türlü iyileştirme seviyesi getirilememiştir. Çalışan nüfusun %32’sini oluşturan çiftçi ailelerin yıllık geliri 129 liradır. Aynı yıl sanayici ailenin yıllık gelirinin 1000 lira civarında olduğunu gözönüne alınrsa, çiftçinin durumunu daha iyi anlayabiliriz. 1927 senesinde havaların kurak gitmesi gelirin düşmesinde önemli etken olmuştur. 1 Kasım 1929’da Atatürk, sulamanın yapılabilmesi için su işleri idaresinin kuruluşundan bahsedecektir. Ancak bu kez 1929 sanayi buhranı çiftçiyi zor duruma düşürecekti. Çiftçi ailesi 1929’da 1 metre yünlü kumaşı 55 kg buğday alabilirken, 1931’de 160 kg. buğday ödemek zorunda kaldı. Çünkü buğday fiyatları 8 kuruşa düşmüştü. Sanayi Alanında Gelişmeler İmparatorluğun son döneminde modern sanayi hemen hemen yok gibidir. Bunun için sanayi ürünlerinin çoğunu dışardan temin etmek gerekiyordu. Gerçi 1927’de 65 binden fazla sanayi işyeri belirlenmişti. Ancak bu sanayi işyerlerinin y 73’ü 3 kişi ile çalışan müesseselerdir. 5 ve daha fazla işçi çalıştıran işkolu ancak y 3,2 kadardı. İşyerleri genellikle motorlu olmayan ve makine kullanmayan, çoğunluğu tamircilikle uğraşan yapıya sahiptir. Büyük çapta üretim yapan iş kolları ise devlete, askeriyeye veya yabancılara aittir. Osmanlı dönemindeki yabancı sermayenin etkisi ve uzun süreli savaşlardan dolayı Türk girişimciler yetersiz, kararsız, ürkek ve sermayesizdi. Bu durumda hükümet ilk iş olarak yabancı girişimlerini satın almaya başladı. Fabrika kurmak isteyen Türk müteşebbislere sermaye temin etmek için Ağustos 1924’te İş Bankası kuruldu. Böylece devlet desteğindeki İş Bankası sanayileşme hareketinin öncüsü oldu. Banka küçük girişimcilere esas gücünü ağır sanayii için gerekli olan Zonguldak Kömür İşletmesine yöneltti. 19 Nisan 1925’te çıkarılan yasa ile Türk Sanayii ve Yardım Bankası kuruldu. Banka sanayici ve maden sektöründe çalışanlara kredi vermek amacıyla hizmete açılmıştı. Devlet Fenerhane Yünlü Dokuma, Bakırköy Dokuma, Beykoz Deri ve Kundura, Hereke İplik ve Yünlü Dokuma sanayiinin yönetimini bankaya bırakmıştı. Bankanın sermayesi devletin kendisine devrettiği işlemlerin payıyla, bu işlemlerin döner sermayesinden oluşacak ve her yıl bütçeye konacak sanayii besleme ödeneği ile beslenecekti. 1932’de sermayesi 8,97 milyon TL. idi. Ancak, banka pek başarılı olamamış, hiçbir devlet fabrikasını şirkete devredememişti. Zaten bir süre sonra da Sümerbank’a geçmişti. Lozan antlaşması 1924’te yürürlükte bulunan gümrük resimlerini beş yıl süreyle dondurduğundan sanayinin desteklenmesindeki önemli araç olan gümrük korumacılığı 1929’a kadar uygulanmıştı. 6 Mayıs 1925’te kurulan Şeker Fabrikası bu alanda bazı ayrıcalıklara sahipti. Bu ayrıcalıkların bazıları şunlardı; Fabrika için pancar üreten üretici 10 yıl süre ile arazi vergisi vermeyecek, fabrika personeli 10 yıl süre ile kazanç vergisinden muaf tutulacak, fabrika arsası 5 hektarı aşmamak kaydı ile devlet tarafından temin edilebilecekti. 1920’li yılların en önemli sanayi gelişimlerinden biri de 28 Mayıs 1927’de çıkartılar Teşvik-i Sanayi kanunudur. Kanunla kuruluşlara üretimleri değerinin %10’u kadar pirim verebilecek, ihraç mallarından %10 daha fazla üretim yapsalar tercih edileceklerdi. Bu desteklere 1929’dan sonra gümrük koruması da katılmıştı. Sanayinin teşvik gördüğü bu devrede, dünya ekonomik bunalımı (1929-1932) yılları sanayileşme hareketini yavaşlatmıştı. Bir tarım ülkesi olan Türkiye, bunalımdan az zarar görmüş olmakla beraber dışa sattığı hammadde fiyatlarındaki düşme, üreticinin korunmasını gerekli kılmış ve devlet sanayide olduğu kadar tarım alanında da koruyucu tedbirler almak zorunda kalmıştı. Kısaca, bu olaydan sonra devlet ekonomideki rolünü biraz daha attırmak zorunda kalmıştı.Dış Ticaret ve Para Politikası Türkiye Lozan Barışından sonra haricin sermayesine karşı olmadığını açıkça ifade etmişti. Ancak hükümet Avrupa’nın sanayileşmiş devletlerinin yapacağı yardımın tek yanlı ve pek kuşkulu nitelikte bir yardım olacağından korkuyordu. Korkunun nedeni o güne kadar batı sermayesinin Türkiye’deki faaliyetlerinin yanlışlığıydı. Bunun yanı sıra Osmanlı borçları konusunda alacaklıların davranışları da önemliydi. Nihayet borçlar meselesi 23 Haziran 1928’de halledilmiş ve ödenmesine başlanmıştı. Toplam ana borç 107.5 milyon TL. olarak belirlenmişti. Alacaklıların başında Fransa, İngiltere ve Hollanda geliyordu. 1923-1930 döneminde Batı ile istenilen ticari ilişkinin kurulamayışındaki bir başka önemli sebep, bu devletlerle olan siyasi münasebetten kaynaklanıyordu. Bu sebeple Sovyetlerin ticaret tekeli sisteminin benimsenmesini isteyenler bile vardı. Ama fikir rededilmişti. Ancak ticari ilişki sürdürülerek makinalaşma konusunda Sovyetlerden faydalanılmıştı. Demiryolu yapımı konusunda ise Almanya’nın gözetimi temin edilmişti. Yabancı sermaye Anadolu’ya gelmekten kuşkuluydu. Bir avuç başarılı olmuş askeri liderin ekonomik reform alanında pek etkili olamayacağını sanıyordu. Buna rağmen yabancı tahvil sahipleri ve azınlık gruplarına mensup iş adamlarına yaptığı destekle Türk ekonomisindeki yerini almıştı. Yani 1923-1930 yılları arasında Türk sanayinin kurulmasında yabancı sermayenin rolü küçümsenmeyecek kadar fazlaydı. Bu sebeple ithalat ihracat dengesi bir türlü kurulamamıştı. Mali politikada denk bütçe ve düzgün ödeme ilkelerini benimsemiş olan hükümet para politikasına da sağlam para politikasını benimsemişlerdir. Atatürk’ün; “Maliyemiz Milli paranın istikrarını muhafaza prensiplerini tam bir sadakat ve muvaffakiyetle takip ve tatbik etmektedir” yolundaki sözleri bunun açık ifadesidir. Bununla beraber özellikle ithalat ihracat arasındaki dengesizlikten dolayı fiyatlarda %3.1’lik bir artış görülmektedir. Artışı sterlin ve altında gösterirsek 1923’te sterlin 729 kuruş, 1929’da 1009 kuruş, 1923’te 874 kuruş artış %23.6 şeklindedir. kaynak:iktisatokulu.blogspot

LİBERAL EKONOMİK DÜZEN

ALINTI:canaktan.org
Sivil toplumun ekonomik düzen modeli serbest piyasa ekonomisidir. Serbest piyasa ekonomisi kavramı yerine sıklıkla kullanılan kapitalizm, uzun yıllar kavram olarak aşağılanmış ve haksız eleştirilere uğramıştır. Gerçek liberal ekonomik düzen, "tekelci kapitalizmin" ve "emperyalizmin" karşısındadır. Gerçek liberal ekonomik düzen, rekabetçi piyasa ekonomisinin yanındadır. Rekabet, piyasa ekonomisinin en önemli ve temel kurumlarından birisidir.
Liberal ekonomik düzenin temel ilkeleri; özgürlük, rekabet, özel mülkiyet, miras, veraset ve sınırlı devlettir. Liberal ekonomik düzende mülkiyet dokunulmaz ve kutsal bir hak olarak kabul edilir. Özgürlük, bireylerin hem siyasi, hem de ekonomik özgürlüklerini içerir. Liberal ekonomik düzen, bireylerin ekonomik özgürlüklerini (teşebbüs özgürlüğü, tercih özgürlüğü) ve siyasi özgürlüklerini (konuşma özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü, seçme ve seçilme hakkı ve özgürlüğü) savunur.
Liberal ekonomik düzende, işletmelerin etkinlik, verimlilik ve kârlılık ilkeleri çerçevesinde çalışmaları için rekabetin mevcut olduğu bir özel mülkiyet düzeni savunulur. Bir ekonomide mülkiyet yapısı kadar piyasadaki rekabet yapısı da önemlidir. Özel mülkiyet yapısı, genel olarak kamu mülkiyetine karşı etkinlik, verimlilik ve kârlılık kriterleri açısından üstünlüğe sahiptir. İnsan doğası itibariyle, kendi sahip olduğu mülkiyeti koruma ve geliştirme yönünde daha gayretlidir. Kamu mülkiyetinin söz konusu olduğu bir işletme de pekala başarılı olabilir. Ancak, kamu mülkiyetinin yöneticileri ve çalışanları, mülkiyetin asıl sahibi olmadıklarından, özel mülkiyet sahipleri, yöneticileri ve çalışanları kadar gayret göstermeyebilirler.
Özel mülkiyet düzeninde rekabet yapısı da çok önemlidir. Rekabetin mevcut olduğu bir piyasa şüphesiz tekel, oligopol ve diğer aksak rekabet piyasalarına karşı üstünlüğe sahiptir. Rekabetin sözkonusu olduğu bir özel mülkiyet düzeninde, etkinlik, verimlilik ve kârlılık yine rekabetin söz konusu olduğu bir kamu mülkiyet düzenine göre daha yüksektir.
Liberal ekonomik düzen, uluslararası ekonomik ilişkilerin tam bir serbestlik içinde işlemesini savunur. Liberal ekonomik düzende karşılıklı serbest ticaret sonucunda ülkelerin bundan kazançlı çıkacakları savunulur. Uluslararası ticarette serbestlik esas olmakla birlikte, henüz, yeni gelişmekte olan sanayinin ve diğer sektörlerin belirli bir süre korunması sözkonusu olabilir. Ancak, korumacılık bir iktisat politikası olarak hiçbir zaman serbest ticaret politikası yerine savunulmamalıdır. Korumacılık, dar bir ticari zihniyetten başka bir şey değildir.
Piyasa ekonomisi karşılıklı çıkarların sözkonusu olduğu bir mübadele sonucunda kendiliğinden oluşan bir düzendir. Piyasa ekonomisinde, iktisadi etkinlik merkezi planlama ile değil, fiyat mekanizması aracılığıyla sağlanır.
Serbest piyasa ekonomisinde, bireylerin çalışmaları, üretmeleri ve tüketmeleri için temel motivasyon, özel çıkar veya özel faydadır. Üreticinin, üretimde bulunması için temel motivasyon "kâr"; tüketici için "fayda" dır. Bir üretici için, topluma en yararlı olan mal ve hizmeti üretmek temel gaye olmayabilir. Üretici için, birinci derecede önemli olan en fazla kâr sağlayacak mal ve hizmet üretmek ve satmaktır. Bir emekçi için, temel gaye en yüksek ücret ve fayda sağlayacağı bir işte çalışmaktır. Liberal ekonomik düzende bu şekilde kendi özel çıkarının peşinde koşan ekonomik insan (homo economicus), piyasa eko-nomisinin itici güç ve dinamizmi olarak kabul edilir.
Bireyin kendi çıkarını gözeten bir ekonomik insan olması onun topluma faydalı olamayacağı anlamına gelmez. Aksine, birey, kendi özel çıkarları peşinde koşarken adeta görünmez bir el topluma da fayda sağlar.
Serbest piyasa ekonomisini "çıkarcılık", "bencillik", "egoistlik" temellerine dayalı bir iktisadi sistem olarak görmek doğru değildir. İnsan, doğası itibariyle, kendi çıkarını ve yararını düşünen, külfetlerden ve maliyetlerden mümkün olduğu ölçüde kaçınan bir varlıktır. Liberal ekonomik düzende, "devletin ve ülkenin menfaati", "toplumun yararı", "toplumun iyiliği ve refahı" gibi kavramlar, özgür bireylerin özel yararları ve menfaatleri açısından değerlendirilir.
Liberal ekonomik modeli ifade eden serbest piyasa ekonomisi, faydacı (utilitarian) bir felsefeye dayalıdır. İnsan, doğası itibarıyle kendisi için "fayda" sağlayacak şeyleri ister ve yapar; buna karşın, kendisine doğrudan ve dolaylı olarak bir fayda sağlamayacak, aksine kendisine bir külfet ve maliyet yükleyecek şeylerden kaçınır. İnsanın kendi çıkarını ve faydasını düşünen bir yaratık olması onun kötü olduğu anlamına gelmez.
Liberal ekonomik düzen, bireyin başkalarına feda edilmesini savunan altruizm'e tamamen karşıdır. Altruizmde; toplum, cemaat, ülke, millet, devlet, vatan gibi kollektif bütünler her zaman bireyin önündedir. Altruizmde, kutsal olan birey değil kollektif bütünlerdir. Birey, bu kollektif bütünler için canını ve malını her zaman feda edebilecektir. Sivil toplum bireyin altruistik değerlere feda edilmesini savunan jakobenizm, faşizm, aşırı milliyetçilik gibi akımlara şiddetle karşıdır. Birey, bir zorlayıcı güç tarafından toplum ve millet uğruna feda edilemez. Birey, özgür iradesiyle yapacağı fedakarlık konusunda kendi kararını kendisi vermelidir. Fedakarlık bireyin hür iradesi ve vicdani sorumluluğu ile alakalıdır.
Devlet, serbest piyasa ekonomisinde oyunun kurallarını belirleyen ve oyuna direkt müdahale etmeyen, ancak gerektiğinde sınırlı müdahalelerde bulunan bir konumdadır. Serbest piyasa ekonomisinde, devletin temel görevlerinden biri rekabet hukukunu oluşturmaktır. Oyunun kurallarını ihlal eden, haksız ve yıkıcı rekabete yol açan, bireyin ve toplumun ahlâki değer yargılarını zedeleyen faaliyetler devlet tarafından cezalandırılır.
Liberal sosyal düzende, insanların her alanda eşit olmasını öngören bir mutlak eşitlik doktrini (Babuvizm) reddedilir. Liberal sosyal düzende insanların yasalar önünde eşit olması esastır. Tüm insanların eşit gelire, servete ve eşit mülkiyete sahip olmaları mümkün değildir. Liberal sosyal düzen, toplam üretimden herkesin eşit pay almasını öngören denkleştirici adalet ya da egalitarianist adalet yaklaşımını reddeder.
Liberal sosyal düzen, prensip olarak, devlet müdahalesinin sözkonusu olmadığı bir piyasa adaletini savunur. Buna negatif adalet de denir. Pozitif adalet (dağıtımcı adalet), devletin toplumdaki eşitsizliği ve adaletsizliği bizzat düzeltmeye çalışmasıdır. Liberal ekonomik düzen, sınırlı devlet müdahalesini öngören bir piyasa adaletini savunur. Liberal ekonomik düzende, aşırı ve fonksiyonel devlet müdahalesini öngören sosyal adalet politikalarının, toplumdaki adaletsizliği daha da arttıracağı belirtilir. Gelirin yeniden dağıtımı politikalarının adil olması için, sınırlı olması ve şeffaflık içinde uygulanması önem taşır.

LİBERAL EKONOMİ VE EMPERYALİST DEVLET POLİTİKALARI

Liberal Ekonomi ve Emperyalist Devlet Politikaları
Tarih: 10:11, 20/5/2006
Liberal ekonomi anlayışı ve emperyalist devlet politikaları… İşte bugünkü Dünyayı anlatan kavramlar. Bunları incelememiz gerekirse; Emperyalist devlet politikaları, ilk siyasi oluşumlarla başlayan bu politika, ilk başlarda kendini koruma iç güdüsüyle başlamıştı. Daha sonra, doğanın “güçlü güçsüzü yer” ilkesi gereğince, siyasal oluşumlar kendilerini korumak, diğerlerinden üstün tutmak için, diğerleriyle sürekli savaştılar, gizli entrikalarla zayıflatmaya çalıştılar. Bu da bir süre sonra yetmedi ve tehlikeyi tamamen ortadan kaldırmak için diğer oluşumları kendileri için çalıştırmaya, onlara kendi kültürlerini kabul ettirmeye ve hatta onları işgal etmeye başladılar. Böylece, ilk sömürgeler kurulmuş oldu. Tarih, sömürmeye çalışanlar ve sömürülmeye çalışanların savaşlarıyla geçti. Sürekli bir güçler çatışması yaşandı. Artık savaşlardan bıkan dünya, daha barışçıl yollara başvurmaya başladı. Diplomasi!… Bu yol da emperyalist sömürgeci devlet politikalarını ortaya çıkarttı. Bunun gelişiminin yanında, birde liberal ekonomi anlayışı ortaya çıktı. Bu da, “bırakınız yapsınlar”cı bir anlayış idi. Yani, insanların bilinçli, kendileri için en iyiyi yapacaklarını düşünen bir anlayıştı. Ancak burada da –Sosyalizm’de olduğu gibi- insan faktörü unutuldu. İnsanlar açgözlülüklerine ve bireysel çıkarcılıklarına yenik düştüler ve bu sistem Dünya’nın başına gelmiş en büyük felaket haline geldi. Çünkü artık insanlar, daha çok kâr elde edebilmek için, çıkarları için her şeyi yapma özgürlüğüne sahiptiler. Bu da, onların Dünya’yı istedikleri gibi kullanabilecekleri gibi bir yanlışa düşmelerine neden oldu. Böylece Dünya’ya belki de geri döndüremeyeceğimiz zararlar verdiler, ki bunun en “büyük” örnekleri, ozon tabakasındaki delik ve azalan ormanlardır. Çünkü, bu ikisi insan hayatının devam etmesi için gerekli şeylerdir. İşte insanların kendilerinde bu özgürlüğü bulmalarının bir nedeni de emperyalist politikaların insanlara yansımasıdır. Nasıl ki dünya topraklarını silahlarla mülk edindilerse, artık daha fazlasına para ile sahip olabilecekleri inancı hakim oldu ve kendilerini bir kısır döngü içerisinde buldular. Yani, kâr elde etmeye çalıştıkça dünyaya zarar verdiler, daha sonra bunları tamir etmek veya insanlara zararını azaltmak/yok etmek için ürettiler, bunu yaparken yeniden dünya’ya zarar verdiler. Kısacası bu ikisinden sadece insanlar değil, fiziksel olarak dünya da zarar görmektedir. Bu yüzden de şu anda, küresel ısınma, asit yağmurları… vb. gibi tehlikelerle karşı karşıyayız. Bunların yanında, insanların ileriyi düşünmeden yaşamaları veya yaşamaya çalışmaları da Dünya’ya ve insanlığa zarar vermektedir. Çünkü, küçük çıkar ilişkilerinin, bu ilişkilerde bulunanların statüleri gereği ve bunları kullanma küçüklükleri nedeniyle, oldukça büyük çatışmalara neden olmaktadır. Bu çatışmalar tarihte savaşlara kadar gittiğinin örneklerini çok görmüşüzdür. Tüm bunların yanında bu politikalar, insanların ahlaki yönden de bozulmalarına ve dolayısıyla toplum yapısının temelinden sarsılmasına neden olmaktadır. Bu aslında, liberal bir ekonomi için oldukça kârlı bir şeydir. Çünkü, toplu olarak yaşayan insanların giderleri, gelirleri ortak olduğundan düşüktür. Yani tüketim çok değildir. Ancak bireysel yaşamda, her bireyin ihtiyacı karşılanması gerektiğinden, tüketim artacaktır. Tüketimin artmasıyla üretiminde artması gündeme gelecektir. Buraya kadar her şey normaldir. Ancak, buradan sonra işte insanoğlunun zaafları ön plana çıkmıştır!... Firmalar, mallarını bireylere satabilmek için daha ucuz mal üretmeye başladılar. Bunun için ilk önce işçi maaşları azaltıldı ve hatta işçiler işten çıkartıldı ve işsizler ordusu oluşmaya başladı. Daha sonra bu ucuzluk yetmedi, ucuz hammadde arayışı başladı. Bu da, kaynakların düzensiz ve aşırı kullanımına yol açtı. Böylece Dünyanın doğal dengesini bozarak beklide ileride asla yeniden tamir edilemeyecek aksaklıklara yol açtık. Bunların hepsinin dışında, bu sistemin şöyle bir çıkmazı vardır: Firmalar daha çok kâr için daha büyük pazarlar bulmaya çalışırlar, yeni pazarlar daha çok üretim anlamına gelir. Bu da daha çok hammadde gereksinimi doğurur. Halihazırda yakındaki hammaddelerin kullanılmış olması uzak hammadde kaynaklarına yöneltir. Bu fiyatları arttırır. İşçi maaşlarındaki indirimle bu dengelenir. Ancak düşük işçi maaşları tüketici pazarını daraltır. Pazar yeniden küçülür. Sürekli bir kısırdöngü içindedir. Bunu aşmanın da iki yolu vardır. Birincisi; pahalı mal satmak. Alt ve -kısmen- orta sınıfı yok eder. İkincisi; yıkıp yeniden yapmakla yeni Pazar oluşturmak. Yani Savaşlar, çatışmalar yaratarak karmaşa ortamı oluşturmak. Kısacası bu sistem, sadece zengin, sermaye sahipleri için bir sistemdir. Devletlerde bu sistemi, mali kaynaklarını ve bireysel statülerini kaybetmemek için kabul ederler. Yine bir çıkarcılık söz konusudur. Ancak, bunları her zaman, biz seçimle başa geldik, biz bir cumhuriyetiz, demokratız yalanlarıyla örtmeye çalışırlar. Hiçbir liberalizm yanlısı halkını düşünmez, düşünemez…
KAYNAK:http://1624.blogcu.com

LİBERAL EKONOMİ POLİTİKALARI

Liberal Ekonomi Politikaları

17-18 Mart 2007 tarihlerinde İstanbul EMD ( Ekonomi Muhabirleri Derneği )Sayın Hisarcıklıoğlu’ nun üzerinde durduğu en önemli konulardan biri; istihdam ( SSK ) Yıllardan beri söylediğimiz gibi iktisadi bakımdan geri kalmışlığımızın nedeni Devletin elini ekonomiden çekmemesi ve sürekli ekonomiye müdahale etmesi, böylece kamu kaynaklarının siyasi nedenlerle peşkeş çekilmesi ve israf edilmesidir. Serbest piyasa koşullarına göre 100 kişinin çalışması yeterli olan bir kamu iktisadi teşebbüsüne kifayetsiz, niteliksiz, partizan kaygılarla 2. Dünya Savaşından sonra taş üstüne taş kalmayan Almanya’nın bütün fabrikaları bombalanmasına, ayakta kalanların da tazminat olarak Ruslar tarafından sökülerek Rusya’ya götürülmesine rağmen; serbest piyasa kurallarına uygun, yabancı sermaye yatırımlarını çeken, Devletin hakem olarak düzenleyici ve denetleyici olduğu ancak ekonominin özel sektör tarafından yönetildiği ekonomik modeli sayesinde bugün Dünyanın birinci ihracatçısı, 3. büyük sanayine sahip ekonomisi haline gelmiştir. Türkiye ise 2. Dünya Savaşı’na girmemesine, savaşta normal fiyatının çok üstünde hem Almanlara hem de Müttefiklere krom vb. gibi hammadde ve buğday vb gibi tarım ürünleri satmasına ve savaştan kasaları altın dolu olarak çıkmasına rağmen daha sonra uygulanan Devletçi ekonomik politikalarla bugün Dünyanın en borçlu ülkesi haline gelmiştir.
Ülkemizin iktisaden kalkınması, kişi başı milli gelirin AB ortalamasına ulaşması, siyasi bağımsızlığımızı ve egemenliğimizi de tehdit eden ve başka ülkelerden emir alır Bu konuda ilk adım; PİYASA’ da sağlıklı bir REKABET ortamını tesis etmektir. TOBB Başkanı’nın slaytında da bu konu en önemli hususlardan biri olarak belirtilmiş ve REKABET KURUMU’ nun güçlendirilmesinin gereğinin altı çizilmiştir.
Rekabet Kurumu’nun değerli Başkanı Sayın Mustafa PARLAK’ ın 10 yıldan beri sürdürdüğü Kurul Üyeliği ve 4 yıldan beri başarıyla sürdürdüğü Başkanlık görevleri gelecek ay sona erecektir. Kurucu Başkan Sayın Prof. AYAYDIN’ ın büyük özveriyle kurduğu ve 2 sene içinde Türkiye’nin en iyi kamu kuruluşu haline getirdiği Rekabet Kurumu; Aydın Hoca’nın siyasete girerek Milletvekili olmasıyla büyük bir duraklama ve gerileme dönemine girmiş, Kurum; 1999-2003 yılları arasında bir İşletme Profesörü tarafından bütün gayret ve iyi niyetine karşıSonuç olarak 4.5 yıldır tek başına iktidar olan AKP’ nin yukarıda ana hatlarını belirttiğimiz “Dr. Uğur ÖZGÖKER
KEMÜD ( Kaçakla Mücadele Derneği ) ve REKABET DERNEĞİ İstanbul Şubesi Genel Sekreteri,
LDG ( Liberal Demokrasi Grubu Derneği ) ve LİBAD ( Liberal Avrupa Derneği ) Başkan Yardımcısı.